Hayatımıza giren hiçbir insan ile tesadüfen karşılaşmayız. Aslında herkes ve her şeyde
gördüklerimiz ve onlarla kurduğumuz ilişkilerimizde olan bitenler, bende/ benim içimde ne var sorusuna cevaplar verebileceğimiz niteliktedir. Bu sorunun cevabı ise çok kıymetli, çünkü kendi ihtiyaçlarımızı gözetmenin, önceliklerimizi, yerimizi ve nerede olduğumuzu bilmenin, dışarıya bakan gözlerimizi içeriye döndürmenin ilk adımı.
Kendi içimizde var olmayan hiçbir şeyi bir başkasına baktığımızda görebilmemiz mümkün
değildir. Birinde gördüğümüzde ortaya negatif bir duygu çıkartan, irrite eden, nötr
kalamadığımız bir davranış modeli veya tutum aslında kendimizin karanlıkta kalmış,
bütünleşemediğimiz yönlerini bize gösterir. Karşımızdakinin olumlu saydığımız niteliklerini
görmek ise aslında kendimizde ortaya çıkmasından rahatsızlık duymadığımız yönlerimizdir.
Elbette birinin tepki gösterme ihtiyacı hissetmediği, herhangi bir duygu ortaya çıkarmayan bir
davranış, bir başkasına farklı yansıyarak o kişiyi tetikleyebilir, huzursuz edebilir,
öfkelendirebilir. Bunun sebebi, o davranışı gerçekleştiren ya da davranışın kendisinin temsil
ettiği şeyin gören kişinin bilinçaltı/ zihin alanında nasıl kayıtlı olduğudur. Yani kişinin
deneyimleri sonucunda sahip olduğu bilginin ne olduğudur. Tüm bunlar, zihinde yer etmiş
modifikasyonları bize gösterir. Zihnin modifikasyonlarından dolayı oluşan algımızla insanları
yargıladığımızda, kendimizden ayrıymış gibi gördüğümüzde karma (faydalı olmayan)
yaratacak davranışlarda bulunma eğilimimiz olur. İnsanın eylemlerini, sahip olduğu bilgi
(modifikasyon) dahilinde şekillendirdiğinden hangi bilgilerin ışığında yürüdüğümüzün ve o
bilgilerin bizi nereye götürdüğünün, o bilgileri nasıl kullandığımızın farkındalığı oldukça
önemlidir.
Peki, ilişkilerimizde kendimizde bakmak istemediğimiz, kaçtığımız yönlerimiz nasıl açığa
çıkar?
Çocukları bilirsiniz; evde gördüğü ve öğrendiği her şeyi okuldaki davranışlarına ve
sözlerine yansıtırlar. Küçükken anne babamız ile kurduğumuz ilişkimiz, aile içerisinde
öğrendiğimiz bilgiler, tıpkı okulda evde gördüğü şekilde davranan bir çocuğunki gibi biz
büyüdüğümüzde de hayatımıza yayılır, öğrendiklerimizi hayatımızda da uygularız. Zira anne
babanın temsil ettikleri ve onlarla olan ilişkimizde olan bitenler yaşamımızdaki kişi ve
şeylerle kurduğumuz diğer ilişkilerimizin temelidir. Çocuğun anne ve babasıyla olan ilişkisi,
yaşam ile olan ilişkisini de yansıtır diyebiliriz. Bağlanma Kuramı’na göre yetişkinlikteki
ilişkilerimizdeki bağlanma tarzlarımızın temelleri bebek-çocuk yaşlarda özellikle anne (bakım
veren kişi) ile kurduğumuz ilişkiden etkilenir. Henüz bu yaşlarda sevgi ve değer görme gibi
algıları içeren ‘benlik’ modelini ve güven duyma, sevgiyi paylaşma ve yakın ilişkiler kurma
algılarını içeren ‘başkaları’ modelini geliştiririz. Çoğu zaman anne babamızın sevdiği şeyleri
sevme, sevmediklerini sevmeme gibi eğilimlerimiz olur. Bazen de aile içindeki
deneyimlerimiz o kadar acı verir ki, bunun tam tersi anne babamızda gördüğümüz bazı
niteliklerimizi asla onlar gibi olmamak için yadsırız. Bazı düşünce kalıplarımızı/inançlarımızı
ise toplum etkisiyle şekillendirir, sevilmek, kabul görmek, ait hissetmek veya onaylanmak
için belli bir kalıba uymaya çalışırız. Böylelikle iyi/kötü dediğimiz yargılarımız oluşur. Ama
insanın özü hiçbir kalıba sığmaz ve o her şeyi kapsar. Bu nedenle ‘’ben böyleyim’’ dediğimiz
ne varsa o şeyin bir de öteki yüzü vardır ki o yöne bakmak istemediğimizden görülebilmek
için başkalarından bize yansır.
Örneğin, kendisini iyiliksever, duyarlı, fedakar olarak adlandıran ve sürekli başkalarına
yardıma koşan birinin, diğer insanların ihtiyaçlarına ve duygularına karşı hissettiği sorumluluk yüzünden kendi duygusal, fiziksel, ruhsal, sosyal…vb ihtiyaçlarını hep ikinci plana atarak, kendi sorumluluğunu almayı, kendi ihtiyaçlarına sahip çıkmayı ‘’bencillik’’ olarak görmesi kişinin maddi ve manevi alanda büyümesini engeller. Bu kişi, şartlar gerektirdiğinde sırf bencil/kötü olmamak adına tüm enerjisini kendisinden önce başkalarının ondan beklentilerini karşılamaya verir. İlişkiler içinde ‘’hayır’’ demekte, sağlıklı sınırlar çizerek kendi ihtiyaçlarını ve hayatını/ilişkilerini yönetmekte zorluklar yaşayabilir. Böyle bir
durumda ise kişi kendi ihtiyaçlarını bir süre bastırsa da problem ortadan kalkmaz. Kendi bakım, ilgi, sevgi, şefkat vb. gibi ihtiyaçlarına cevap veremeyen bir kişi, beklentilerle ya da bu htiyaçları karşılayabilecek biriyle bir ikili ilişkiye, yemeğe, eşyaya bağlı bir hale gelebilir. Bu nedenle kendi aydınlık ve karanlık yönlerimizin farkındalığı önemlidir. Kişi, ‘’iyi’’ diyerek tanımladığı bir insan olmaya, sevilmeye, onaylanmaya, ait hissetmeye ya da kabul görmeye karşı olan açlığını görmedikçe, kabul/anlayış/ sevgi getiremediği yönünü (bencillik) görmesini sağlayacak insanlarla bir araya gelmeye, kendisini bir döngü içinde hep aynı durumlar ve olaylar ile karşı karşıya bulması kaçınılmazdır.
Verdiğimiz örneği yoga felsefesine göre incelediğimizde, bir samskara oluşumundan bahsedebiliriz. Ailede yani kök çakra konularından gelen ve svadisthana çakrada zihin alanında oluşan düşüncesi , bu düşünce sebebiyle kişin içinden geçemediği bir duygu (suçluluk, değersizlik, bağlılık, nefret, öfke..) ortaya çıkar. Daha sonrasında ise bu bir alışkanlık haline gelerek kişi kendine sürekli bu içinde sıkıştığı duyguları yaşatacağı insanlar ile ilişki içerisine girer ve samskaranın basit formunu oluşturur. Yargıladığı ve olmak istemediği hallerini itmeye çalışırken, farklı insanlarla ya da objelerle aynı olayları/ durumları
kendine sürekli yaşatır. Aslında olan, kişinin içinde sıkıştığı durumu, deneyimlediklerini idrak getirebilmek için tekrar tekrar oynatılan bir film gibi kendine yaşatmasıdır. Kişinin özgürleşmesi için, değişimin getirdiği rahatsızlık hissini tolere edebiliyor olması gerekmektedir. Kişinin alışık olduğu alandan yani konfor alanından çıkarak, bazen başkalarına karşı duyduğu sorumluluk hissinden dolayı suçluluk hissetse de ‘’hayır’’ diyebilme, sınır çekebilme cesaretini gösterip, zor da görünse kendi sorumluluklarını almak
için harekete geçmesi gerekmektedir.
En nihayetinde ne yaparsak yapalım, değerimiz aslında hep aynıdır. Özellikle yaptığımız hiçbir şey yüzünden daha fazla ya da az sevgiye layık olmayız. Aslında bütün işimiz kendimizledir. Kendimizi yargılamadığımızda başkalarını da yargılamayız. Biz kendimizi onaylıyorsak, değer veriyor ve sevgi gösteriyorsak, bunları sürekli dışarıdan bekleme ihtiyacımız da ortadan kalkar. Her halimizle kendimizi kalpten kabul edebildiğimizde bunu başkalarıyla olan ilişkilerimizde de yapabilecek hale geliriz. Ve
hiçbir yönün, niteliğin, etiketin bize artık etki edemediği ve sevginin önünde geçemediği, tüm bu kalıpların üzerine çıkabildiğimiz noktada, belki de yoganın öğrettiği gibi, insan bütün sorunların ve çözümlerin kendisi olduğunu tam anlamıyla idrak etmeye başlar diyebiliriz. Biz tam anlamıyla kendimizi görebilecek gücü elde edebileceğimiz deneyimler içerisinden geçerken, bize bizi göstermek için hayatımıza giren insanlar iyi ki var.
Ve birbirimize her baktığımızda hatırlamak için, yazıyı bitirirken, Debbie Ford’un Işığı
Arayanların Karanlık Yanı adlı kitabından birkaç alıntıya yer vermek istiyorum:
‘’Siz başkalarında gördüğünüz her şeyi içerdiğinizi anladığınızda tüm dünyanız
değişecektir… Bir kez her birimizin evrendeki tüm özellikleri barındırdığımızı kabul
ettiğimizde, her şey değilmişiz gibi davranmayı bırakabiliriz. Eğer biz belirli bir niteliğe sahip
olmasaydık, onu bir başkasında gördüğümüzde tanıyamazdık. Eğer bir başkasının cesareti
size ilham verirse, o sizin içinizdeki cesaretin bir yansımasıdır. Eğer siz bir insanın bencil olduğunu düşünüyorsanız, aynı ölçüde bencillik gösterebileceğinizden emin olabilirsiniz…
Bizim tüm dünyayı içimizde taşımamız murat edilmiştir; tam insan olma görevinin bir parçası
da her bir veçhemize karşı sevgi ve şefkat duyabilmektir.’’
‘’Görüp kavrayabildiğimiz şeyler içinde biz olmayan hiçbir şey yoktur ve yolculuğumuzun
amacı bu bütünlüğe yeniden ulaşmaktır. Sevgi her şeyi kapsar.''
Gölge terimini bulan ve onu çağdaş bir kavram olarak şekillendiren Jung’un başkalarını ya da
kendimizi iyi/kötü diye yargıladığımız her anda farkındalığımızı artıracak sorusuyla sizi baş
başa bırakmak isterim:
‘’Siz bütün olmayı mı, yoksa iyi olmayı mı tercih ederdiniz?’’
Arya Özdurmuş
Comments