top of page

Uçsuz Bucaksız Bir Masal Diyarı İzlanda



Uzun, uzun seneler önce Myvatn Gölü’nün yüksek kesimlerinde bir kadın-gece trolü yaşarmış. Kendisi bir gece trolü olduğu için aydınlık olmadan bütün işlerini halletmek zorundaymış. Eğer dışarıda gün ışığına yakalanırsa sonsuza dek taşa dönüşeceğini bilirmiş. Bu trol kadının Myvatn Gölü civarında yaşayan halka büyük zararları olurmuş. Gece çöktüğünde küçük bir tekneyle göle açılıp göldeki bütün balıkları yakaladıktan sonra teknesini sırtına alıp gizlice gözden kaybolurmuş. Sabah balığa açılan zavallı balıkçılar da sürekli elleri boş dönmek zorunda kalırlarmış.


O yaz balıkçılar sezondan çok ümitlilermiş. Büyük zorluklarla geçen kışın ardından bu trol kadına karşı önlem almak istemişler. Yine bir gece trol kadın gölün en sevdiği koyuna geldiğinde üç balıkçının burada avlandığını görmüş. Tabii bu duruma çok sinirlenmiş ama başka şansı olmadığı için balıkçıların işinin bitmesini beklemeye karar vermiş.


Ama balıkçılar trol kadının planlarından haberdar oldukları için ellerini hiç de çabuk tutmamışlar, neredeyse sabah olmasına rağmen hala balıklarını avlamaya devam etmişler. Bu sırada sabırsızlığı git gide artan trol kadın yine de eli boş dönmemek için beklemeye devam etmiş. Balıkçılar işlerini bitirip gölü terk ettiklerinde trol kadın hemen teknesiyle açılıp en sevdiği yere ağını sermiş. Balıklarını hızlıca topladıktan sonra çıkıp çabuk adımlarla evinin yolunu tutmaya başlamış. Fakat daha yolu yarılamamışken güneş birden doğuvermiş. Birden panik içinde teknesini yere bırakıp içine saklanmaya çalışmış ama hem tekne hem de trol kadın o an taşa dönüşmüşler.


Trol kadının bu üzücü hikayesinin izleri hala Nökkvabrekka’da dağda görülebiliyor. Kürekleri ve iskarmozu ile balıkçı teknesinin yanında zavallı trol kadının ebedi istirahatgahı da dikkatli gözler tarafından seçilebiliyor.


Burası İzlanda: Masalların, hikayelerin, doğa ile başa çıkmanın bütün zorluklarının yaşandığı, yüzyıllardır ıssızlığın içinde kalmış, uçsuz bucaksız bir yalınlık ülkesi.


İzlanda Kuzey Atlantik Okyanusu’nun ortasında bir ada. Amerika ve Avrasya tektonik levhalarının tam karşılaştığı yerde bulunuyor. Adanın bütün sırrı da işte bu karşılaşmada gizli. Buzullar, buzulların altında gizlenmiş dünyanın en aktif volkanları, lav çölleri, buzulların oluşturduğu sel vadileri ve şelaleler, jeotermal arazilerden yükselen sülfür dumanları… Tüm bu manzaralar olur da insanın hayal gücü hikayeler, masallar yaratmaz mı gördüklerinden?


İzlanda ve İzlanda halkı aslında son 70 yıla kadar içine çok kapanık şekilde yaşamış. İkinci Dünya Savaşı sıralarında açılan havalimanına kadar uzun süren, tehlikeli gemi yolculukları ile ulaşılabilen ülke şimdilerde turizm sektörünün hızlı gelişmesi ile yılda 3 milyon ziyaretçiyi ağırlayan turizmin gözde coğrafyası. Ama İzlanda halkı hala geleneklerine ve kendilerine özgü ruh haline sıkı sıkıya bağlı. Burada dolaşırken insan kendini mistik bir filmin sahnesinde gibi hissediyor. Olağanüstü güçlerin aniden o eski masallardaki gibi bir yerlerden çıkacağını düşünüyor insan. Burada sadece 365 bin kişi yaşıyor. Bunun da üçte biri başkent bölgesi Reykjavik’te ikamet ediyor. 150 bin kişi kocaman adaya dağılmış durumda.


Binlerce yıldır bir avuç insanın dışarıdan çok fazla göçe maruz kalmadan yaşadığı adada en dikkat edilen noktalardan biri akraba evliliği. “Book of Icelanders” adında bir soy kütüğü başvuru kitapları bulunuyor. İnsanlar flörtlerini bu kitaptan araştırıp herhangi bir akrabalık durumu olup olmadığını kontrol edebiliyor. Hatta artık daha modern bir uygulama geliştirmiş durumdalar. Örneğin bir barda yan yana vakit geçiren insanların eğer yakın akrabalık riski varsa telefonlarına bildirim gidiyor.


Reykjavik kültürel açıdan oldukça gelişmiş, tam bir İskandinavya şehri. Hem iklimin getirdiği zorluklar hem de adanın izole konumu insanları boş zamanlarında üretmeye itmiş durumda. Burada hemen hemen herkes bir sanat ile meşgul. Zaten kişi başına dünyanın en fazla sanat üreten ülkesi konumunda. Özellikle manzara ressamları, fotoğrafçılar, şairler, el sanatları şehrin her yerini süslüyor. Uzun kış günlerinde insanlar zamanlarını toplanıp felsefe, müzik, sanat, tarih konuşarak, masa oyunları oynayarak geçiriyorlar. Dışarıda uzun uzun sohbet ederek yemek yiyen insanları görmek çok olağan. Özellikle eski liman bölgesinde yerel halkın gitmekten çok hoşlandığı restoranlar ve cafe/barlar mevcut. 2011 yılında açılan Harpa Konser Salonu da şehrin buluşma merkezi.


Buraya kadar sanki her şey alışık olduğumuz kent hayatına benziyor. Fakat bir kere başkent alanından çıktıktan sonra insan çok farklı duygulara kapılmaya başlıyor.


İlk başlarda rahatsız eden bir ıssızlık…

Gözün alışık olmadığı manzaralar…

Gücünü sonuna kadar hissettiren doğa…


İzlanda’yı gezmek kolay değil. Burada tek belirleyici unsur var: Doğa. Ona ayak uydurmaktan başka şansımız olmadığını burada hissediyorsunuz. Aslında burada bulunmanın en büyük anlamı da sanırım bu. İnsanlık olarak bu muazzam doğanın sadece küçük bir parçası olduğumuzu hissetmek, diğer canlılardan hiçbir farkımız olmadığını görmek gerçekten sarsıcı bir deneyim. Seyahatin anlamını oldukça pekiştiren, değiştiren, dönüştüren bir ülke. İnsana farklı bir açıdan bakmayı adeta zorunlu kılıyor. Belki bir yerlerde volkan patlıyor, depremler oluyor, buzullar şiddetle eriyip güçlü seller oluşturuyor, hava aniden değişiyor… Şanslı bir gecede ise gökyüzünü kuzey ışıkları kaplıyor. Bu kadar olağanüstülük insanın hayal gücünün sınırlarını zorluyor.


Yaz-kış ziyaretçilerine sahip olduğu bütün güzellikleri cömertçe sergileyen adada yapacak o kadar çok şey var ki…


Güney sahilleri hem kolay ulaşılabilir olmasından hem de çeşitliliğinden dolayı İzlanda’nın en popüler bölgesi. Reykjavik’ten çıkıp gün içerisinde “Golden Circle” adı verilen rota yapılabiliyor. Bu rota üzerinde altın gibi parlayan Gulfoss Şelalesi, yer altından 25-30 metrelere kadar fışkıran Geysir, içinde yürüyebildiğiniz fay hattı Thingvellir Milli Parkı, Kerid volkan krateri gibi öne çıkan güzellikler görülüyor. Bir bakıma adanın küçük bir özeti ile İzlanda’ya alıştırma turu yapılıyor.


Güney sahilleri boyunca yapılacak seyahatte Seljalandsfoss, Skogafoss gibi nefes kesen şelalelerin yanında bazalt sütunları ve siyah kumsalı ile ünlü Reynisfjara görülebiliyor.


Sonra yollar sizi ister istemez buzullara doğru götürüyor. Buzulların karşı konulmaz bir güzelliği var. Gözümüzün böyle bir şeyi görmeye alışık olmadığından mıdır, yoksa binlerce yıldır orada, tüm ihtişamıyla hayatı beslediğinden midir bilinmez ama bakmalara doyum olmayan, istisnasız herkeste çok güçlü duygular uyandıran bir mucize. Avrupa’nın en büyük buzulu Vatna.


Buzulun vadiler arasında ilerleyerek oluşturduğu forma “buzul dili” adı veriliyor. Bir yerde volkanik bir dağın tepesinden akan lavlar varken, hemen yanı başında tam karşıtlığı olan buzullar dökülüyor denize doğru. Doğanın aslında nasıl da kırılgan, nasıl ince bir denge üzerinde durduğunu haykırıyor bize. Başlıyoruz yürümeye…


Skaftafell Milli Parkı’nda buzulun yanı başına kadar ilerlenebiliyor. Patika sizi öncelikle yaban mersinleri ve İzlanda çalıları boyunca götürüyor. Devam ettikçe manzaralar değişiyor, farklı bir gezegene giriş yapmış hissi uyandırıyor. Buzul tam karşınızda. Sesinin şiddeti her adımda artıyor. Ona duyduğunuz saygı her adımda artıyor. İşte burada insan olarak ne kadar küçük, aslında güçsüz olduğumuzu anlıyoruz. Nasıl bir savaşın içinde olduğumuzu, diğer bütün savaşlar gibi doğaya açılmış savaşın ne kadar manasız olduğunu hissediyoruz. Durup uzun uzun buzulu seyrediyoruz.


İzlanda böyle bir yer. Eğer gezgin burayı telaşla, her şeyi görme gayesiyle gezmeye çalışırsa yanılır. Varoluşun sanki ilk başlarında olan adada ahenk gerekir. Tüm gücünü cömertçe sergileyen adada ona ayak uydurmayı öğrenmek gerekir. Onu kucaklamak, minnet duymak ve olabilirse bir yerinden küçük bir parçası olmak gerekir.


Mountain And Roads, Çağdaş Ozan Karabay

Comments


bottom of page